Olmayacak hayaller kurmayı pek sevmem aslında..
Çünkü gerçekleşmeyen hayaller sonunda hayal kırıklıkları yaratır.
Ama birçok insan, asla gerçekleşmeyeceğini bildikleri o hayali kurar;
Geçmişe geri dönüş…
Antik Yunan filozoflarından Herakeitos’un hepimizin ezbere bildiği bir sözü var;
“Aynı sularda iki kere yıkanamazsınız, O sizsiniz ve siz değilsiniz…”
Yani ne akan su olduğu yerinde duruyor,
Ne de sizin akıp giden hayatınız…
Peki, nedir bu geçmişe duyulan özlem?
O zaman ne vardı da şimdi yok?
Gelin aklımızın erdiğince basit bir kıyaslama yapalım;
Ortaokul, Lise çağlarında sinemaya gidip bir film izleyebilmek için iki hafta harçlığımızı biriktirmek zorunda kalıyorduk.
Okul teneffüslerinde o çok sevdiğimiz simit ve gazozu içimizi çekerek uzaktan seyrediyor, ama bu sabrımızın karşılığını Lee Van Cliff, Clint Eastwood, John Wayne’nin oynadığı kovboy filmlerini seyrederek alıyorduk..
Vahşi Batı, Çölde atını süren kovboy, belinde kalınca bir palaska, ona asılı toplu bir “Smitt Vesson tabanca, Kötü adamla yapılan düello ve toza toprağa bulanmış kötü adamın cesedinin üzerinden yükselen kamerayla birlikte Enrico Morione’nin yükselen orkestrasyon müziği….
Ya da hüznün, romantizmin doruklarında bir film; Love Story…
Belki de bir karate filmi, bir İtalyan mafya filmi, İstanbul’da Ada’da geçen Zengin kız ve fakir oğlanın imkânsız aşkı…
Sanata, kültüre, sinemaya ulaşabilmek hayali ile geçen gençliğimiz…
Ya şimdi?
Hepsi elimizin altındaki bir uzaktan kumanda’nın tuşlarında…
Digital Medya platformlarında dramlar, komediler, müzik, konserler, sanatçıların özel hayatlarına ait dedikodular, spor müsabakaları…
Hangisi daha iyi?
Gurbetteki bir yakınımızla haberleşebilmek, ondan haber alabilmek, özlemimizi giderebilmek için gösterdiğimiz çabalar…
Sevdiğimiz bir dostumuzun nişanını, düğününü, doğumunu, bir başarısını tebrik etmek için postaneye gidiyor, sıraya girip telgraf çekiyorduk.
Annemize, babamıza, sevgilimize, eşimize dostumuza mektup yazıyor, zarfa koyup pulunu yapıştırıyor, posta kutusuna atıyorduk.
Yazdıklarımız ancak bir hafta sonra alıcısına ulaşıyordu..
Bazen de postada kayboluyordu.
İnsanlar boş yere güceniyordu. Ama biz gücendiklerini de aylar sonra öğreniyorduk.
Hayat o kadar yavaş ve sakin akıyordu ki…
Şimdi elimizde, bırakın görüntülü haberleşmeyi, oyun oynadığımız, her türlü habere, magazine, bilgiye, kitaplara ulaşabildiğimiz, matematik ve mühendislik hesaplarını yapabildiğimiz, minik bilgisayarlarımız var.
İki tuşa basıyoruz, Avrupa’daki dostumuz karşımızda..
Bir numara çeviriyoruz, uçak biletimiz tamam.
Bir form dolduruyoruz, tatil paketimiz hazırlanıvermiş…
Peki hangisi daha lezzetliydi?
Dışarıda lapa lapa kar yağarken gidip de üç isimli marketlerden domates satın alamıyorduk.
Yeşilbiber, salatalık, domates, patlıcan, kabak vb. Mayıs’tan sonra çıkıyor, Ekim, Kasım gibi de, bir dahaki yaza tekrar görüşmek üzere vedalaşıyordu bizimle…
Yoğurt alabilmek için kapının önünden yoğurtçunun geçmesini beklemek gerekiyordu.
Tabağımızı, tenceremizi alıp kapının önüne çıkıyor, önce kabımızın darası alınıyor sonra da yoğurtla tartılıp darası çıkarılıp parası öyle hesaplanıyordu.
Öyle rahatça ödeme yaptığımız bankamatik kartlarımız yoktu..
Bazen paranın üzeri çıkışmıyor, paramızın üstü, gelecek haftaya kadar alacak olarak yoğurtçuda duruyordu.
Bankaya değil, bakkala borçlanıyor, deftere işletiyorduk…
Katırının iki tarafından küfeler sarkan köylünün sattığı beylerce üzümü, elde sarkan terazide tartılıyor, kilo yerine kilo ağırlığında taşlar kullanılıyordu.
Ama hiç kimse o taşların tam kilo ağırlığında olup olmadığını sorgulamıyordu.
Bulaşık makinesi yeni yeni yeni çıkıyordu, Çamaşır makinesi herkesin evinde yoktu.
Buzdolaplarının yerine tel dolaplarımız vardı.
O yüzden dondurup çözdürmüyor, aldıklarımızı birkaç gün içinde tüketmek zorunda kalıyorduk…
Ama yine de….
Hayır!
Bu cümlenin sonunu getirmeyeceğim!
İnsanların kararlarını etkilemeyi sevmem!
Peki, yine de o eski günlere insanlar neden dönmek istiyor dersiniz?